19 Haziran 2024 Çarşamba

"Ben" üzerine...

Kahve yaparken yılbaşında eşime hediye gelen isimlerimizin yazılı olduğu fincana gözüm takıldı ve sadece bir kez kullandığım aklıma gelince kullanayım dedim. Fincan, 5-6 yıl önce işyerinde yaşadığım bir olayı hatırlattı. Çalıştığım dergi satılmış ve yeni bir ofise taşınmıştık. Kim göndermişti hatırlamıyorum ama yine adımın yazılı olduğu bir kupa ile sabah mutfakta çay alıyordum. Başka bir derginin çalışanlarından bir hanım yanıma gelip sert bir şekilde, “O kupa benim. Kaybolmuştu ver” dedi. Şaşırmıştım. “Bakın üzerinde adım var” deyince, benim sandım diyebilmişti.

 Şaşkınlığım bir kupa için bu tavırın yanı sıra ismim yazmasa yeni taşındığımız ofiste benim olduğunu kime nasıl ispatlayacağım yönündeydi. Çalışma arkadaşlarımızla olaya gülmüştük. 

Ama bugün aklıma tekrar gelmesinin nedeni insanların neden eşyalara bu kadar bağlandığı ve değer verdiği üzerine oldu. Ne bileyim evde ya da ofiste kupa/bardak kırılsa, kaybolsa hemen yenisini alır anında eskisini unuturum. :) Diğer yandan aklıma çay/kahve içeceğim bir bardağa isim yazdırmak gelmez. Ama hediye olarak sanırım güzel bir jest.


Konumuza gelirsek, eşyalarla kurulan bağın biraz da insanların kişilikleriyle ilgili ipuçları verdiğini düşünüyorum. Aslında bu konu psikologların alanına giriyor ama kişisel düşüncem, eşyalara aşırı değer verenler sosyal ya da iş hayatında aradığını bulamadıkları için nesnelere yöneliyorlar. Bu eşya bağımlılığı iş hayatında/siyasette hayatın her alanında var. ‘Benim koltuğum, benim masam…vs.’  Yapılan işe odaklanmak yerine bulunduğu ortamda varlığını sürdürmeye çalışanların eşyalar aracılığıyla kendilerini ifade ettiklerini düşünüyorum. Tabi ki hatırası olan eşyaları kastetmiyorum. Onların duygusal karşılığı bulunuyor. Ama onda bile sınır olması gerekiyor. 


Duygusal bağımızın olduğu bir eşya kaybolduğunda/kırıldığında tabi ki üzülebiliriz ama dünyanın da sonu değil. Hatıralar kalbimizde/zihnimizde.



Pandemi sonrası tamamen evden çalışma ya da hibrit düzen yaygınlaştı. Acaba bu durum insanların egolarını nasıl değiştirdi? Hâlâ ‘benim masam, benim kupam, benim koltuğum…’ diyen var mı? Belki de bu yeni sistem insanların kendilerini sahip olduğu eşyalarla güvende hissederek çalışmasını değil yaptığı işin niteliğini ortaya çıkartıyor. Yeni nesille birlikte ofis yerine cafelerde çalışmanın yaygınlaşması bu yazdığım eşya bağımlılığını da azaltmıştır belki.

Ün ve zenginlik mi mutluluk mu?

İki gün arkaya arkaya Athena Gökhan’ın başrolde olduğu Kendi Yolumda ve Elvis Presley’nin hayatını anlatan Elvis filmini izledim. Amacım bu iki sanatçıyı karşılaştırmak değil elbette. Biri dünya starı, diğeri Türkiye’de sevilen bir sanatçı. Ama iki film bizi mutlu eden şey nedir sorusunu sordurdu bana. Ya da şöyle sorayım: İstediklerimizi yapmak mı yoksa toplumun/çevremizdekilerin yönlendirmesiyle gerçekleştirdiklerimiz mi mutluluk ya da başarı getirir? Tabi ki iki filmin konusu ve anlattıkları çok farklı. 

Kendi Yolumda’da Gökhan kardeşi ile giderken arabası bozulur ve Adana’da bir tamirciye giderler. Orada müzikle uğraşmak isteyen ama babasının durmadan azarladığı tamirci çırağı Ömer Ali’nin sorularından etkilenerek kendisini Adana’da bir tamirci çırağı olarak görür. Kaderini değiştirmek isteyen Ömer Ali’nin eğlenceli maceralarıyla film devam ediyor.

Rock N Roll müziğinin kralı Elvis Presley’nin hayatı ise filmde menajeri Albay Tom Parker’ın gözüyle anlatılıyor. Bu arada Parker’ı oynayan Tom Hanks’in performansı müthiş. Parker, Presley’nin hayatına o kadar nüfuz ediyor ki 20 yılı askın süre içinde Presley bağını koparmak istese de bağlayıcı nedenlerle bunu yapamıyor. Presley, hayatının son yıllarında Parker’la anlaşmasını sonlandırabilse, o istediği dünya turnesini yapabilse daha farklı bir sonu olur muydu merak ediyorum. 

Bu noktada zenginlik ve ün mü yoksa mutluluk mu sorusunu sormak istiyorum. Zengin ve ünlüysen zaten mutlusun diyenlere pek katılmıyorum. Evet bunlara sahip olup mutlu olanlar da var tabi ki. Ama zirveden yani bu kazanımları kaybetmemek için sarf edilecek efor ve stresi gözardı etmemek gerek. Toplumda da zenginlik ve ün başarının bir ölçüsü olarak kabul ediliyor. Gerçekten de başarıyı bu kadar dar bir çerçevede ele almak doğru mu? Bana göre değil. Üne ya da zenginliğe sahip olmayan ama mutlu olan insanlar var. Yani mutluluk eşittir ün ve zenginlik değil. Gerçek mutluğun ve yaşam tatmininin mal varlığı veya unvanlardan ziyade içsel, uyum, kişisel gelişim ve yapıcı ilişkilerle olacağı herkes tarafından biliniyor. Tabi bir de anlam yükleme.

Ömer Ali karakteri kendi yolunda ilerlerken, toplumsal statünün ve sahip olduğu varlıkların ötesinde ruhsal bir doyum, tutkularından sapmadan ilerlemek iç huzur ve mutluluğu getirmiş olabilir. 

Dünya çapında tanınan, milyonlarca hayranı olan Elvis Presley ise bir noktadan sonra mutsuzluğa sürüklenmiş. Filmden yola çıkarak yapacağım yorum, özellikle menajerinin Presley’nin elini kolunu bağlaması mutsuzluğunun da nedenlerinden biriydi. Tabi asıl dikkat çekmek istediğim Presley’nin kaderini başından beri menajerine bırakmasının etkisi büyük. Filmde iki sahnede Presley’nin menajerini dinlemeyip kendi istediği şekilde sahneye çıktığındaki mutluluk böyle düşünmeme neden oldu. Özetle, doğru ya da yanlış kendi istediklerimizi yapabilmek büyük lüks. Ve mutluluk bence bu. 

Montaigne’nin sözüyle yazıyı bitireyim: Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez.

5 Aralık 2021 Pazar

Kirpinin Zarafeti

Son dönemde okuduktan sonra bitmeseydi diye düşündüğüm bir kitap Kirpinin Zarafeti… 

Paris’in zengin bir semtinde kapıcılık yapan 54 yaşındaki dul Renee ve 12 yaşında zeki Paloma’nın hikayesi insanlara önyargıyla yaklaşmamanın güzel bir örneği. Dış görünüş, meslek ya da gelir seviyesi insanların yaşam tarzıyla ilgili bize bir takım bilgile verse de bu yanıltıcı olabilir.

Fakir bir ailenin kızı olan Renee okula gitmemiş ancak kendi kendini eğitmiş, özel zevkleri olan ancak, farklı biriymiş gibi davranın bir karekter. Renee, Alman filozof Kant ve Tolstoy okumayı, Mahler dinlemeyi seviyor. Kedisinin adını da Tolstoy’dan esinlenerek Lev koymuş. Vermeer’in resimlerini, Japon yönetmen Yasujiro Ozu’nun filmlerini seviyor. 


Dış görünüşünü kısa, tombul ve çirkin olarak tanımlıyor. Renee, entellektüelliğini apartman sakinlerinden gizlemek için özel bir çaba gösteriyor. Kapıcıların tercih ettiği yemekleri alıyor, bütün gün televizyon izliyormuş gibi görünmeye çalışıyor. Ancak, tüm çabalarına rağmen apartman sakinlerinden zengin bir ailenin küçük kızı 12 yaşındaki Paloma’nın gözünden Renee’nin ince zevkleri kaçmıyor. 


Oldukça zeki bir kız olan Paloma ise ailesi ve çevresinin yaşam tarzını ve genel kültürünü eleştiriyor, oturdukları daireyi yakarak intihar etmeye karar veriyor. Manga okumayı seven Paloma Japon kültürüyle ilgileniyor. Ancak, apartmana yeni taşınan Japon Kakuro Ozu hem Renee’yi kabuğundan çıkarıyor hem de Renee ile dostluk kuran Paloma’nın hayat ile ilgili görüşlerinin değişmesini sağlıyor. Renee ile Paloma’nın dostluğu içinizi ısıtacak. Renee’nin başına gelen trajik son ise hüzünlendirecek.


Kitap Renee ile Paloma’nın anlatımlarıyla ilerliyor. Kitabın yazarı Muriel Barbery yazırlığının yanı sıra felsefe profesörü. Bunun etkisi kitabın karekterlerinin felsefi görüşlerinde dikkat çekiyor. Kitap ismini Paloma’nın Kakuro’ya Renee ile ilgili tanımından alıyor. Paloma’ya göre Renee, bir kirpinin zarafetini taşıyor. Dışı dikenlerle kaplı olsa da içe zarafet dolu. Sınıfsal çatışmaların çok güzel işlendiği kitapta, akıllı espriler, ince duyarlılıklar ise ayrı bir keyif veriyor.


7 Ekim 2021 Perşembe

Başka bir dünya mümkün mü?

Ben Kirke adlı kitap, Aiaie Cadısı’nın kendini bulma yolculuğunu anlatıyor. Ama bu yolculuk mücadele ve zorluklarla dolu. Tanrılar ve titanların yıldırımlarını üzerinde hisseden Kirke, kendine başka bir dünya kuruyor.


Madeline Miller’in ‘Ben Kirke’ adlı kitabı, Yunan mitolojisini farklı bir açıdan ele almış. Yani, güçlü karekterler yerine sıradan görünen ve ailesi tarafından sevilmeyen bir tanrıça anlatılıyor. Kirke, Güneş Tanrısı Helios ile bir Nympha’nın kızı. Çelimsiz, insanlar gibi ince bir sesi ve doğduğunda babasının kendisi için bir kehanette bulunmamış olması nedeniyle ailesi tarafından hor görülüyor. Diğer yandan Prometheus’a karşı merhametli tavrı da türünden farklılığını ortaya koyuyor.


Kitap, Olimposlu Tanrılarla Titanların savaşlarının yanı sıra birçok efsaneye de değiniyor. Su gibi akan dili satırlar arasında kaybolmadan hikayeyi takip etmeyi sağlıyor. Ayrıca isimleri geçen Tanrı, Titan ve insanlar hakkında kitap sonundaki bilgiler de kafa karışıklığını önlüyor.


Kirke erkek egemen tanrı ve titanlar dünyasında başkaldıran bir kadın karekter. Sıradan bir balıkçı olan Glaukos’a olan aşkı ve onu ölümsüz yapması Kirke’nin hayatını değiştiriyor. Glaukos, ölümsüz olduktan sonra Kirke’ye sırtını döner ve başka bir Nympha olan Skylla’ya aşık olur. Bu durum güçlerinin farkında olmayan Kirke’nin kendini bulmasına yani ‘cadılığını’ ortaya çıkarmasına yol açıyor. Tanrılar ve Titanlar, Skylla’yı bir canavara dönüştüren Kirke’nin yeni bir savaş çıkarmasından korkuyor. Zeus, Kirke’yi bir adada tek başına yaşamaya mahkum eder.

Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen Kirke’nin asıl hikayesi de mahkum edildiği Aiaie Adası’nda başlıyor. Cadılık güçlerini keşfettiği Ada’da hayvanlarla da bağ kuruyor. Ancak Ada’nın korsan ziyaretçileri Kirke’nin farklı yönlerini ortaya çıkartıyor. Kendini korumak için şarap ikram ettiği denizcileri domuza çeviriyor. Aiaie Cadısı Kirke’yi sadece denizciler değil, Olimposlu Tanrılar Hermes ve Athena da sık sık ziyaret ediyor. Ancak hayatı Odysseus ile tanışmasıyla değişiyor.


“Ben Helios’un kızı, Aiaie Cadısı Kirke. Hayatım boyunca trajedinin beni bulmasını bekledim. Bulacağından hiç kuşkum yoktu çünkü başkalarının hak ettiğimi düşündüğünden daha fazla arzum, isyanım ve gücüm vardı, yıldırımları üstüne çekecek şeylerdi bunlar. Ve bir gün artık bu dünyaya dayanamayacağım diye düşündüm. Bunun üzerine denizin derinliklerindeki kadim bir tanrı seslendi: Öyleyse çocuğum başka bir dünya yap.”


Kirke, Aiaie’de başka bir dünya kurarken, kendisi de dönüşüyor. Örneğin, ıssız adaya mahkum olmasına yol açan Skylla’yı bir canavara dönüştürmesi gibi duygularla da mücadele ediyor. Ölümsüz Kirke’nin seçimleri her olay sonrasında şaşırtıyor.


2 Mayıs 2020 Cumartesi

4 3 2 1

Paul Auster’in ‘4 3 2 1’ adlı romanı farklı bir tarzla okuyucuyla buluşuyor. Kitap isminden de anlaşılacağı gibi dört bölümden oluşuyor yani yazar, ana karakter Archie Ferguson’un hayatının dört farklı versiyonunu anlatıyor. Tabi bu bölümler sırayla olmadığı için okurken bir anda yanlış mı hatırlıyorum olaylar farklıydı diye düşünebilirsiniz. 
Dört farklı bölümün anlatımı iç içe olduğu için kitabı okumak biraz fazla dikkat gerektiriyor. Örneğin, kitabın ana karakteri Archie Ferguson’un bir bölümde 13 yaşındayken bir fırtınada öldüğünü, diğer bölümde ise üniversiteye gittiğini okuyorsunuz. Kitapta çok fazla karakter bulunuyor ve Ferguson’un farklı hikayelerinde onların rolleri de değişebiliyor. Örneğin, Amy bir bölümde sevgilisi, başka bölümde kuzeni, başka bölümde ise üvey kızkardeşi olarak karşımıza çıkıyor.

BLACK MİRROR: BANDERSNATCH’İ HATIRLATTI

Auster’in “4 3 2 1” romanı geçtiğimiz yıl Netflix’te izlediğim interaktif film Black Mirror: Bandersnatch’i hatırlattı. Hatırlanacağı gibi film, izleyiciye ilginç bir deneyim sunuyordu. Filmin sonunu izleyici kumanda ile yaptığı tercihlerle kendisi belirliyordu. 1984 yılında geçen film, genç bir programcının, etkisinde kaldığı Bandersnatch romanını bir video oyununa çevirmesi ve bu oyunu bir şirkete satmasını konu alıyordu. Filmi izlemek bilgisayar oyunu oynamak gibiydi. Ancak, kitapta bölümlerin gidişatını ve sonunu okuyucu değil, yazar Paul Auster belirliyor. 

AMERİKA’NIN YAKIN TARİHİNE BAKIŞ…

1127 sayfalık kitap, Archie Ferguson’un Rus Yahudisi büyükbabasının 1900 yılında Amerika’ya gelişiyle başlıyor. Kitabın ana karakteri Ferguson, yazar Paul Auster gibi 1947 yılında doğuyor. Kitaptaki olaylar da ağırlıklı olarak 1947-1975 arasında geçiyor. Bu nedenle Amerikan tarihindeki seçimler, Rosenberg’lerin idamı, J.F. Kennedy ve Martin Luther King suikasti, Vietnam savaşı ve savaş karşıtlığı, 1968 öğrenci olayları, üniversitelerin işgali gibi olaylara değiniliyor. Ferguson’un bazı bölümlerde gazetecilik yapmasıyla da medyanın bu olaylara yaklaşımını romanın karakterinin gözüyle bakıyorsunuz. Ferguson iyi bir kitap okuyucusu ve aynı zamanda yazar. Kitapta ayrıca Ferguson’un yazdığı hikayeler ve Fransız şairlerinden yaptığı çevirileri de okuyorsunuz. Diğer yandan ergenlik dönemindeki bir gencin bazı bölümlerde cinsel tercihlerini sorgulaması da detaylı anlatılıyor. Kitapta çok uzun cümleler kurulması bazen okumayı zorlaştırıyor. Ferguson’un annesi profesyonel fotoğrafçılık yapıyor. Fotoğrafları bazı gazetelerde yayınlanıyor. Bu yayınlar arasında I.F. Stone’s Weekly’nin de adı geçiyor. 

İLK BLOGGER I.F. STONE MUYDU?

Kitabın çeviri notunda, adının açılımı Isidor Feinstein Stone (1907-1989) olan gazetecinin sol görüşleri nedeniyle 1950’lerde kara listeye alındığı ve uzun süre işsiz kaldığı belirtiliyor. Adını I.F. Stone olarak kullanmaya başlayan gazeteci, 1953 yılında I.F. Weekly adıyla haftalık kendi gazetesini çıkarmaya başlıyor. Daha eskilerde bu tür yayınlar var mıydı bilmiyorum ama günümüzde internet ortamında kendi adıyla yazılar yazan gazeteci ve blogger’ları düşününce Stone’un bu işi ilk yapan kişi olduğunu düşündüm. ‘4 3 2 1’de kitabın ana karakteri Ferguson’un yaşadıklarının yanı sıra toplumsal ve siyasi gelişmeler de anlatılıyor.

YAZARIN BABASIYLA İLİŞKİSİ…

Auster, kendi yaşamından da bazı şeyleri aktardığı romanı için “Ömrüm boyunca bu kitabı yazmak için bekledim” değelendirmesinde bulunuyor. Kitapta iki farklı bölümde Ferguson’un babası son derece sağlıklıyken, her gün tenis oynarken 54 yaşında bir anda hayatını kaybediyor. (Bölümlerin birinde 11-12 yaşlarında iken, diğerinde ise annesi ile boşanan babası başka biri ile evlenir ve Ferguson üniversiteye giderken ani bir şekilde ölüyor.) Paul Auster, babasının 66 yaşında son derece sağlıklıyken kalp krizi geçirerek bir anda hayatını kaybettiğini ve babasının yaşadığından daha fazla hayatta kaldığı gün içini korkutu bir his kapladığı bir ruh haliyle bu kitabı yazmaya başladığını bir röportajda anlatıyor. Üç yıl içinde kitabın yazımını bitirdikten sonra bu ruh halinin değiştiğini belirtiyor. 
Kitapta anlatılan bölümlerde Archie Ferguson’un babasıyla bir mesafeli bir ilişkisi var. Çocukken fazla bir paylaşımları olmaması, ergenliğinde yazdığı hikayeleri okumaması, bir bölümde annesiyle boşanmasıyla onu hiç aramaması gibi… Bu mesafeyi babasının ölümünden sonra üvey annesiyle yaptığı bir konuşma özetliyor: “Ben onun beni aramasını bekliyordum, o da benim onu aramamı bekliyordu. İkimizden biri harekete geçmeye karar verinceye kadar ömrü tükendi.” Auster’in babasının ani ölümünün yarattığı etkiyi kitabın ana karakterinin babasıyla ilişkisi üzerinde de görüyoruz.
Sonuç olarak, 4 3 2 1 sadece Paul Auster hayranlarının değil, yakın tarihi merak edenlerin de severek okuyacağı bir kitap.

5 Mart 2020 Perşembe

Ukraynalı ressamın gözünden İstanbul




Ukrayna asıllı ressam Alexis Gritchenko’nun 1919-1921 yıllarında arasında İstanbul’da yaşadığı dönemi yansıtan çoğu suluboya olmak üzere, guaj, karakalem ve yağlıboyadan oluşan eserleri 10 Mayıs’a kadar Meşher’de sergileniyor. İç savaş nedeniyle Moskova’dan kaçarak İstanbul’a sığınan sanatçı, elinde not defteriyle sokakları, ibadethaneleri, pazarları ve tarihi mekanları gezer. 
İstanbul’un tarihiyle yakından ilgilenen Gritchenko, bu gözlemlerini eserlerine yansıtır. İnsanları dikkatle inceleyen sanatçı eserlerinde mesleklere de değinir: Tüccarlar, pazarcılar, simitçiler, dükkan sahipleri gibi. Özellikle hamallara yönelik hayretini anılarında belirtiyor. Sanatçı kırmızı fesli adamlar ve çarşaflar içindeki gizemli kadınların yarattığı renk cümbüşünden de etkilendiğini söylüyor. Eserlerinde kübizm ve füturizm etkileri taşıyan sanatçı dynamocolor akımını yaratıyor. 



İBRAHİM ÇALLI VE NAMIK İSMAİL İLE DOST OLUR

İstanbul’da kaldığı sürede İbrahim Çallı ve Namık İsmail gibi sanatçı ve yazarlarla da dostluklar kurar. Namık İsmail 1920’de Gritchenko’nun bir portresini yapar. Ukraynalı sanatçı Namık İsmail aracılığıyla bir resmini Abdülmecid Efendi’ye gösterir. Gritchenko, Namık İsmail için, “Namık yetenekli, bence bu konuda hiçbir şüphe yok” der. Ancak, sanatındaki Alman etkisini anlamlandıramaz. Namık İsmail ise Ukraynalı ressamın eserlerini takdir ederken, anlaşılmaz olduğunu düşünür. Namık İsmail, Gritchenko’ya Beşiktaş’ta ailesiyle yaşadığı konaktaki atölyesini kullandırır. Gritchenko, Namık İsmail’in kız kardeşi Ulviye’nin de resmini yapar.
İbrahim Çallı da Çemberlitaş’taki evinin katı katını Ukraynalı sanatçıya açar. Ancak Bolşevik ajanı olduğu şüphesiyle ihbar edilmesi üzerine sanatçı Çallı’nın evinden taşınır. O dönemde Sanayi-i Nefise Mektebi’nde 38 yaşında bir hoca olan Çallı, Ukraynalı sanatçıyı öğrencilerle de tanıştırır. Ayrıca birlikte Mevlevihane ziyaretleri yaparlar. Çallı da Gritchenko etkileri taşıyan Mevleviler ve arzuhalciler temalı eserlerini 1920-1921 tarihlerinde üretir.
Gritchenko Mart 1921’de İstanbul’dan ayrılır. Önce Yunanistan’a gider daha sonra da Paris’e yerleşir. Aynı yıl Paris’te İstanbul’u konu alan 12 resmi Paris’te sergilenir.  Bu sergideki üç eserinin röprodüksiyonunu İbrahim Çallı’ya gönderir. 
1924 yılında Namık İsmail ve eşi Paris’e gider ve Gritchenko ile görüşürler. Sanatçı, dostlarına resimlerini hediye gider. Namık İsmail, Ukraynalı sanatçının Paris’te dynamocolor’un katı yapısından uzaklaşıp daha dokulu, dışavurumcu kompozisyonlara yöneldiğini aktarır.


KİTABI, ATATÜRK’ÜN ÖZEL KOLEKSİYONUNDA 


Bu arada Alexis Gritchenko anılarını 1930 yılında İstanbul’da İki Yıl adlı kitapta toplar. Bu kitap Atatürk’ün özel kitap koleksiyonunda da yer alıyor. Gritchenko, kitapta İstanbul ile ilgili şöyle yazar: “Konstantiniye’nin bir zamanlar Ortacağ’ın Paris’i diye nam salması boşuna değildir. Bu kıyaslama oldukça anlamlıdır. Slav dillerinde verilen isim de ona uygundur: Çargrad, kentlerin çarı ve çariçesi… Konstantiniye’de bulunmuş ve Ayasofya’yı görmüş olmak günümüzde Paris’i ve Notre Dome’ı ziyaret etmekten daha fazla şey ifade ediyordu."






4 Ocak 2019 Cuma

Black Mirror: Bandersnatch


Netflix’in intraktif olarak izlenen filmi Black Mirror: Bandersnatch izleyicilerine ilginç bir deneyim sunuyor. Filmin sonunu izleyici yaptığı tercihlerle belirliyor. 1984 yılında geçen film, genç bir programcının, etkisinde kaldığı Bandersnatch romanını bir video oyununa çevirmesi ve bu oyunu bir şirkete satmasını konu alıyor.
Bu filmi izlemek bilgisayar oyunu oynamak gibiydi. Yaptığım bazı seçimlerle filmi hemen sonlandırdığım anlar oldu. Bu durumda film tekrar başa dönüyor ve yeni seçimler yapmamı sağlıyor. Bu şekilde herhalde 8-10 farklı sona ulaştım. En sonunda yaptığım seçimle film sona erdi. Bir bilgisayar oyununu kazanmış hissiyle televizyonu kapatırken, başka sonlar var mıydı diye düşünmeden edemedim. Bilgisayar oyunlarını tamamladığınızda olan bir daha oynasam duygusu gibi tekrar izlemek istedim.
Filmi izlerken yaptığımız seçimlerin hayatlarımızı nasıl etkilediğini de düşündüm. Bugün yaşadığımız her şey yaptığımız seçimlerin sonucu… Zaman zaman yaptığım seçimler filmin ana karakteri Stefan’ın macerasının hemen sonlanmasına yol açtı. Bu bazen ölmesiyle sonuçlandı, bazen de projesinin yarım kalması ve başarısız olmasına yol açtı. Başa dönüp yeni seçimlerle farklı sonuçlara ulaştım.
Ancak, gerçek hayatta yaptığımız seçimleri değiştirmemiz mümkün değil. Aldığımız kararların sonuçlarına da katlanırız. Bugün birşeylerden şikâyet ediyor ya da keşke şöyle olsaydı dediğimiz bir şey varsa zamanında attığımız adımların sonuçlarını yaşadığımız içindir.
Filmi izlerken düşündüğüm bir başka konu da, Stefan’ın ‘biri benim yerime karar veriyor’ sorgulaması gibi acaba bizim yerimize de bir güç mü karar veriyor oldu. Aldığımız kararlar önceden belirlenmiş mi? Stefan gibi bir filmin içinde yaşıyor ve kararlarımızı birileri mi veriyor?
En iyisi bunları düşünmeyip, hem filmin hem de aldığımız kararların keyfini çıkarmak.